1974 affıyla dışarı çıktığımda, Dil Tarih Coğrafya Fakültesinin Tiyatro Bölümüne bıraktığım ikinci sınıftan devam etmeye başlamıştım. Fakat okulda ülkücülerin hâkim olduğunu kantinde ki bozkurt resim ve sloganlarından ve de tiplerden anlamıştım. Okulda yani bir zamanlar tümüyle devrimcilerin hâkim olduğu bu yerde şimdi ülkücülerin varlığı beni olağanüstü rahatsız ediyordu.
Sınıf arkadaşım İzzet Özdemir’in de aynı düşüncede olduğunu görünce harekete geçtik; benim tanıdığım olmadığı için onun tanıdıklarından sanırım 14 kişiyle bir araya geldik. Ben projeyi anlattım. Fakat oradakilerin ezici çoğunluğu bunu bir hayal olarak gördüklerini açıkladı ve sanırım az sayıda arkadaşla yola çıkmaya karar verdik.
İlk taktiğimiz; basit yöntemlerle yola çıkmaktı: bildiri dağıtmak, afiş asmak, parlamentoda ki partilere ve siyasi iktidara ulaşma, demokratik kamuoyunu yanımıza çekmek vb. gibi. Yani basit adımlar atılarak dağın zirvesine çıkılabilirdi ancak. Biz bu çalışmaları yaparken, herkese haber salıyor ve Kızılay’da bir kahvede toplanıyorduk. Bu toplantılar devam ederken, okula kadar sloganlar atarak yürümeyi ve okulun önünden dönerek yeniden toplandığımız kahveye dönüyorduk.
Böylece ikinci taktiğimiz; bu yürüyüş olmuştu. Yani mücadelenin, yaşamın kendisi bir öğretmen gibi bize ne yapacağımızı söylemişti. Bu ortak aklın, birlik ruhunun bir ürünüydü. Sloganlar ortaktı ve grubun başında da iri cüssesiyle İzzet vardı. Fakat ilk günler sayımız 20-30 kişiyi geçmiyordu. Gün geçtikçe sayı istikrarlı bir şekilde artıyordu. Örneğin dikkatimi çeken iki önemli katılım olmuştu. Biri, uzun boylu Tokat Zile’den Fikret adında Judo bilen arkadaştı. O da İzzet’in yanında ön sırada yürümeye başlamıştı. İkincisi ise Ordu ilinden Kemal Pir adındaki bir arkadaştı ve birçok konuda lojistik destek sağlıyordu. Sayımız arttıkça kahvede toplanmak imkânsız hale gelmişti. Sendikalardan ve kitle örgütlerinden yer konusunda destek almaya başlamıştık.
1976 başı itibariyle ülkemizde sayılı da olsa en az 20-30 farklı grup bulunuyordu. Ben Kurtuluş grubuyla ilişkiliydim. İzzet’in de herhangi bir grupla ilişkisi yoktu. Ve Dev-yol, Halkın Kurtuluşu(şimdiki EMEP), Partizan, Halkın Birliği, THKP-C kökenli gruplar vb. gibi. Gruplar gizlice aleyhte çalışma yapıyorlardı: hiçbir b.k yapamazlar, hayal görüyorlar vb. gibi. Hatta güya faşist işgalin kırılması için fakültenin arkadaki Tarih kapısını bile bombalamışlardı.
Üçüncü taktiğimiz(ve ilkemiz); kesinlikle herhangi bir grup propagandası ve ya tanıtımı yapmamak olmuştur. Biz sadece işimize bakıyor ve görevimizi en iyi şekilde yerine getirmeye çalışıyorduk. İzzetle yoldaşlık ilişkimizin gelişmesi ve katılımın 1977 başında bin kişiyi bulması, hem kitlenin görünen önderliğe saygı ve sempatisini artırmış, hem de devletin derinlerini harekete geçirmişti. İşte böyle bir anda bir Pazar günü bir sendikanın Sıhhiye’de ki lokalinde yaptığımız toplantıyı polis basarak arama yaptı. Salonda adım atacak yer yoktu ve yüzlerce insanın arasından beni, İzzet’i ve okulda 1970’lerde kantin ve kafeteryayı çalıştıran arkadaşım Avni Dilbaz’ı kılçık ayıklar gibi polis alıp çıktı. Çünkü aramızda polise çalışanlar vardı ve ayaklarımızın altına silahlar atarak bizi polise göstermişlerdi. Evet, 1977 baharında Ankara Cezaevine giderek yattık ve sanırım bir buçuk ay sonra dışarı çıktık. Eylemlere ve yürüyüşümüze tekrar devam ettiğimizde kitle sanırım bin kişiyi buluyordu artık. İşte bu aşamada devletin derinleri bu hareketi kesin bitirmek için çoktan harekete geçmeye karar vermişti bile.
Dördüncü taktiğimiz; sol gruplarla, demokrasi taraftarlarıyla ve kendi grubumuzla dayanışmayı ve bilgi alışverişini hızlandırmak oldu. Yürüyüşümüzü artık resmi toplum polisleriyle birlikte yapıyorduk. Ve bizi bir tuzağın içine çekeceklerini hesaplayarak, polisin tanımadığı başka okullardan arkadaşları, sıradan vatandaşlar gibi çevrede konumlandırıyorduk. Özellikle okulun yanındaki Sıhhiye köprüsü altında bir pusu kurulacağını düşünerek orada tedbirler alıyorduk. Bu öngörümüz eylemin başarısında bize yardımcı olacaktı. Özellikle polisin tanımadığı arkadaşları eylem için istihdam etmemiz, yine İzzet’in cesaret ve akıllı taktikleri ve de resmi polisi silahlı ve bombalı çetecilerin üzerine çekmemiz İstanbul’da gerçekleşecek olan1978’de ki 16 Mart türünden bir katliamın yaşanmasını önlemişti.
Sonuçta her konuda üstünlük bize geçmiş ve o günkü koşullarda devletin yapacağı fazla bir şey kalmamıştı. Final için son bir çareye başvurmuşlardı ve bunun sonucunun kendi lehlerine olacağını hesaplıyorlardı. Çünkü ülkemizde devrimci grupların çabuk gaza geldiklerini ve uzlaşmaz taktiklerle hareket edeceklerini bildikleri için bu yeni taktikten umutlanarak son bir adım atmaya karar vermişlerdi. Bu adım: bizi uzlaşmaya çağırmak, bölünmemizi umut etmek ve bizi dağıtmaktı.
Beşinci taktiğimiz(ilkemiz); hiç uzlaşma yok anlayışı küçük burjuvaziye aitti ve biz eylemin yürütücüleri olarak, koşullara, kitlesel çıkarlara ve başarıya hizmet eden tüm uzlaşmaları devrimci taktik olarak benimsiyorduk. Gücümüzün farkında olarak; burnundan kıl aldırmayan, keskin devrimcilik yapanlar değildik. Okula girip işgali bitirmek için planlar ve taktikler üretmeye başlamıştık bile. Bu fırsat işte böyle bir anda Dekan tarafından bize hediye olarak gönderilmişti:
‘Gelin okula ülkücü grupla bir masada bu konuyu konuşup çözelim’.
Bu teklif bana ulaştığında ne yapmamız gerektiğini ilk önce İzzetle konuştuğumu hatırlıyorum. Onun da benim gibi düşündüğünü görerek kitleyi bir bodrum katında toplayıp konuyu konuşmaya başladık. Dekanın bu teklifine karşı değişik grupların liderleri özetle şunları dile getiriyorlardı:
‘bu bir tuzaktır ve biz ayrıca faşistlerle bir masaya oturmayız!’
Türünden bu karşı çıkışları üzerine söz alarak izleyeceğimiz taktiği açıklamıştım:
‘evet, arkadaşlar bu bir tuzaktır. Eğer bu toplantıya gitmezsek, bu tuzağa düşmüş oluruz ve dağılırız. Aksine bu toplantıya gideceğiz ve işgali sonlandıracağız’
Toplantıdaki uzun konuşmamın özü buydu ve kitlenin oylamasına sundum. Sonuç olumluydu ve ezici bir çoğunluk (ki kendi gruplarının tam aksi yönünde), bizim önerimize onay vermişti.
Sonuç; okula İzzetin başkanlığında bir grubu Dekan ve ülkücülerle olan toplantıya gönderirken, 100 kişilik bir grubu da okula gitmelerini için hazır hale getirmiştik. İzzetler geldikten sonra ikinci toplantıya giderken bu grup da okula girmiş olacaktı. Ve sonuç; bu grup okula girdiğinde, ülkücülerde ve poliste tam bir panik olmuş ve de kavgalar başlamıştı. Dekan polis çağırınca, arkadaşlarımızın hatırladığım kadarıyla 78 kişisi gözaltına alınıp emniyete götürülmüştü. Ülkücülerde, devlette ve gizlice de olsa gruplarda bir sevinç dalgası oluşmuştu. İşte bütün bu dalgaları kıran altıncı taktiğimizi herkesten gizli şekilde elimizde tutuyorduk.
Altıncı taktiğimiz; savaşta yedek güçlerini ve alternatif çözüm yollarını hazır tutmayanların yenilgisinin kaçınılmazlığı üzerine kuruluydu. Sanırım yüz kişiden fazla arkadaşı bekletmeden, düşman sevinç içinde kendinden geçmiş haldeyken, ikinci olarak okula göndererek kesin darbeyi indireceğimizi düşünüyorduk. Bu ikinci grubun da ilk grubun polis tarafından gözaltına alınmasının hemen arkasından okula girişi, işgalcilerde büyük bir şoka ve paniğe neden olmuştu. Direnişler olsa da(kantinde kaloriferlerde yer tutmaları gibi) ertesi gün polisten bırakılan arkadaşların da okula gelmesiyle bu ufak faşist direnişlerde bitmiş ve okul demokrasiyle tekrar buluşmuştu. Tıpkı okulumuzda 1969 Haziranından 1971 Nisanına kadar olduğu gibi!
Konumuz neydi? Birlikti sanırım! Evet, DTCF’de de birlik sağlanmıştı. Tüm grupların tabanı, mücadeleyi yürüten önderlerle, yukarıdaki taktik adımların kazancı sonucu, her aşamada birlikte hareket etmiş ve organize edilen dernek yönetimini bizim önerdiğimiz arkadaşları oybirliğiyle seçerek de bunu göstermişti. Bu birlik ruhunu daha da ileri örgütlenme düzeyine götürecek ve derinleştirecek şartlar yoktu:
- Her şeyden önce bu bir okul idi ve örgütlerin ülke düzeyinde ki grupçu fanatizmi bu yerel başarının genelleştirilmemesi ve derinleştirilmemesi için hazır bekliyordu.
- Bu başarı sınıfsal olarak küçük burjuva aydın kesimine aitti ve daha derin birliktelikler için gerekli sınıfsal nesnellikten uzaktı.
- Faşist işgalin kırılışını örgütleyenler yani İzzet, ben bir kaş kişi bu başarıyı örgütlü hale getirecek birikim, ilişki, ortam ve kültürden yoksunduk.
- Fakat bu ilişki; mücadele geleneği, dostluk, dayanışma, sevgi-saygı temelinde arkadaşlar arasında(özellikle İzzet aracılığıyla) 50 yıl geçmesine rağmen aynı sıcaklıkta devam etmektedir.
Fakat birlik için gerekli olan ve yukarıda sıraladığım taktiklerimiz, ülkemizde pek uygulanmayan anti grupçu ve siyasi adımlardı ve Marxizmin kendisiydi diyebilirim.